İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Dünya, farklı zamanlarda, farklı şahsiyet ve medeniyetlerin hâkimiyeti altına girmiş; bunun neticesinde insanların yaşama biçimlerinde de farklılıklar olmuştur. Bu farklılıkların nedenini zamanın bir dilimi olan çağa bağlı olarak gerçekleştiğini iddia edenler; ifadelerinde çağdaşlık ve çağ dışılık kavramlarını sıkça kullanmışlardır. Lâkin bir zaman dilimine sığdırılamayacak olan ölçü hakikattir. Şimdi gelin bu kavramların kullanım alanlarına, nereden geldiklerine bir bakalım…
Çağ kavramı lügatte ‘tarihin ayrıldığı dört büyük bölümden her biri’ şeklinde belirtilmiştir. Bunlar; İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ, Yakın Çağ’dır. Çağdaşlık ve çağ dışılık kavramları kullanılırken özellikle bu mânâları ile kullanılır hâle gelmiştir. Fakat Allah’a ve Peygamberlerine iman eden bütün toplumlar için çağın getirisi; onları ilmî ve irfânî mânâda hakikatten kopmadıkları sürece çok fazla etkilememiştir. Yani mutlak olan hakikat ilk çağda ne ise diğer çağlarda da aynı anlama gelmektedir. Misal; Fatih Sultan Mehmet Hz.’nin Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı açtığı iddiası bu iki çağ arasında Müslümanların dünya görüşlerinin değiştiği veya insanlara olan muamelelerinin farklılaştığı manasına gelmemelidir. Aslında burada farklılaşıp değişikliğe uğrayan şey Müslümanların tavrını belirleyen hakikat değil, Batı’nın ekonomik ve özellikle kültürel anlamda değişikliğe uğramasıdır.
Bugüne geldiğimizde ise olaylar daha farklı bir boyuta evrilmektedir. Yukarıdaki paragrafta belirttiğimiz Allah ve Resulü (sav)’ne iman edip buna göre hayatın her veçhesini belirleyen bir nizamda Müslümanların hakikat olmayan, çağa göre farklılık gösteren meselelerden etkilenmeyeceklerini söyledik. Fakat bugün böyle bir nizamın olmadığı herkesçe âşikâr… Bundan ötürü de bugün içerisinde bulunduğumuz durumun Batı’yla birlikte Müslümanların da etkisi altına girdiği gerçeğini görmezden gelemeyiz. Biliyoruz ki; Hakk gelince bâtılın zail olması gibi, bir yere bâtıl inanışlar hâkim olduysa hakikat de orada kalmaz, gider. Elbette bu durumun gerçekleşmesi bir anda olmamıştır. Gelin birlikte bu sürecin günümüze nereden ve nasıl geldiğine kısaca bakalım...
İnsan fıtratı gereği çevresinden etkilenir, bunu Efendimiz (sav)’in arkadaşlık bahsi üzerine buyurmuş olduğu hadis-i şeriflerinden de anlamaktayız. Bu yüzden dünyanın teknoloji ve iletişim anlamında inkişaf etmediği dönemlerde -ki bundan 150-200 yıl öncesine kadar böyleydi- insanlar yaşamış olduğu çevreyle sınırlı, dünyanın geri kalan kısmından bîhaber olduğu için etkisi altına girecekleri fikirler de sınırlı olmuştur. Fakat teknoloji ve iletişim alanındaki gelişmeler, sosyal medya mecrâsının yeryüzünde her yere hızlı bir şekilde yayılması sebebiyle global köy hâlini alan dünyada farklı farklı akım ve fikirlerden etkilenme de bir o kadar artmıştır. Evet, modern dünyanın hâkimiyeti ise ismine geleneksel denilen hayat tasavvurunu; onun içtimâi, ferdî, dînî ve ne kadar pratize edilmiş hâli varsa hepsini çağ dışı addederek gerçekleşmiştir. Bunu gerçekleştirirken de kendi dünyalarına ait yeni kavramlar üretmiş ve bu kavramlar üzerinden düşünce yapılarını oluşturmayı amaçlamışlardır. Amaçlanan bu kavram tasallutu tatbik edildiğinde ise ortaya çıkan durum bugünü bize tasvir etmektedir. Bugün insanlar herhangi bir konuda hüküm verirken kendi muhakemeleri ile değil; basmakalıp, modern dünya tarafından telkin edilmiş kavramlarla konuşup yazmaya başlamışlardır.
Kavramsal ağırlığa sahip bu kelimelerin birçoğu değişken olan, tutarlı bir tarafı da bulunmayan kelimelerdir. Önceki paragraflarda da belirttiğimiz çağ dışı ve çağdaş olmak kavramları bunların en bâriz örneklerindendir. Bu kelimeler bugünün insanında o kadar çok yer edinmiş ki herhangi bir fiil, durum veya eşya çağ dışı olarak ifade edildiyse onun kötü, yanlış, geçerliliğini yitirmiş olduğu akıllara getirilmektedir. Hâlbuki çağ zaman içerisinde bir dilimdir bu anlamda da hiçbir meselenin mihengi olamaz. Her vakitte olduğu gibi yaşamış olduğumuz çağ içerisinde de değişime uğrayan meseleler olduğu gibi hiçbir vakit değişmeyecek meseleler de vardır.
Çağın dışında olan her şeyin kötü ve geçersiz olduğunu iddia etmek bu çağda yaşanılan ve yaşanılması planlanan her şeyin iyi ve güzel olduğunu iddia etmekle aynı mânâya gelir. Bu da içinde olduğumuz iletişim dünyasının birçok farklı değere, fikre sahip olması ve bunların bütün dünyada bilinmesi sebebiyle çağ içerisinde bulunan hangi dine, kültüre, ırka vs. göre tanzim edileceği muammada kalan bir durum olacaktır. Bu duruma baktığımız zaman her çağın, her mekânın ve her insanın kendi belirlemiş olduğu değer ölçüleri ortaya çıkar fakat bu ölçülerin gerçekten insanı fıtratından koparmayıcı bir tarafının olmadığı söylenemez. Mekân, zaman, insan ve bunların etrafındaki faktörler ne kadar değişirse değişsin hakikat denilen mefhum bütün bunları kuşatıcı çağlar üstü insan hayatını teşekkül ettiren aslî ölçüdür. Yani bir şeyin iyi, kötü; doğru, yanlış; güzel, çirkin olduğunu tayin ederken hakikate bakıp bunları söyleriz.
Bunlardan yola çıkarak hayatın içinde bulunan meselelerin değerlendirmesi yapılırken değişmeyecek olan bir ölçü gereklidir; eğip bükmeye gerek kalmadan, bizi net bir tavra büründürücü dosdoğru yol olan Allahu Teâlâ’nın kitabı Kur’an ve Resulullah Efendimiz (sav)’in mübarek sözleri olan hadis-i şerifler bu ölçünün menbaıdır. Kur’an-ı Kerim’in isimlerinden biri olan ‘Furkan’ hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, gerçek ile sahteyi birbirinden ayıran mânâsına gelmektedir, bu mânâ bize hakikatin değişmezliğini beyan etmektedir.
Genel olarak hakikat ve onun karşısında bulunan gelip geçici değer yargıları hakkında, Hz. İbrahim (as)’in kıssasından örnek verebiliriz: Şöyle ki; Hz. İbrahim (as) güneş ve ayın batıp gitmesi sebebiyle onların ilâh olamayacağını, gerçek ilâhın başka hiçbir durumdan etkilenmeyeceğini söylemiştir. Çağa, mekâna, insana göre oluşturulan değer yargıları da hakikat karşısında benzer bir durumdadır. Duruma göre değişkenlik gösteren değer yargıları hakikatten uzak bâtıl bir düşünüştür. Netice itibariyle; bir tarafta insanların nefsi hevâlarına göre oluşturdukları değerler, diğer tarafta eskimez, değişiklik göstermez ve başka durumlardan etkilenmez ölçü HAKİKAT…
Hz. Ali (r.a) Efendimiz’in ‘Hakkı kişilere göre değerlendirme! Hakkı öğren ve kişileri hakka göre değerlendir.’ buyurmasındaki hikmet, hakikatin tek ve değişmez olması ve bunun karşısında hiçbir insanın şahsî fikrinin bir ehemmiyetinin kalmadığını bize öğretmektedir.
Fakat, bugünün dünyasında Hakk’ın ve hakikatin itibarsızlaştırıldığı, Batı kaynaklı, bâtıl, insanı insanlığından koparıcı değerler bütününün bilinçaltlarına zerkedildiği âşikâr… Hakikatin değişmez olması bir yana Batı’nın kendi bâtıl sistemi içerisinde de ne kadar tutarsız olduğu görülmektedir. Zamana, mekâna ve insana göre ölçütleri olsaydı şayet bütün bir dünyaya kendileri gibi düşünüp kendi kurguladıkları gibi bir hayatı uygulamaya çabalamazlardı. Çünkü tarihi, coğrafyası, kültürü ile belirli müktesebata erişmiş milletleri zihnî sömürge altına sokmak insan merkezli değil, Batı’nın çıkarlarına hizmet ettirici şeytânî bir kurgulamadır. Bugün hakikatin karşısında papağanvâri bir dille söylenen ‘evrensel değer yargıları’ da Batı’nın bizâtihî dünyaya uygulamaya çalıştığı düşünce sisteminin temel kavramlarından biridir. Elbetteki Batı’nın üzerine kurduğu dünyada bunları yapması doğal bir durumdur. Fakat bizden olup bizim bu evrensel değer yargılarıyla çağdaş olmamız gerekliliğini iddia edenlerin nasıl düşündüklerine bir bakacak olursak; bir zamanlar ekonomik, teknolojik, askerî anlamda geri kalmışlığın verdiği aşağılık kompleksi bunun en net cevabıdır.
Allahu Teâlâ’nın ‘Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde baki kalır.’ (Ra’d 17) mânâsına gelen ayeti; hakikatin baki kalacağı, bâtılın köpük gibi yok olup gideceği şeklinde tefsir edilmiştir. Bu anlamda; devre göre şekil alan, şahsiyetini oluşturamamış, bir gün ak dediğine öteki gün kara diyen insan tiplemesinin fikriyle, zikriyle çağa ayak uydurması ve bunu da bir takım değer yargıları olarak ölçü kabul etmesi onun hevesatının gelip geçici olduğunu anlamak için yeterlidir. Hâlbuki hakikat kıyamet gününe dek sâbit olup ona uyanlar, ölçü olarak bunu benimseyenler şahsiyetlerini Allah’a ısmarlamışlardır. Allah, nefisleri için değil ihlas ile kendisi için yaşayanları elbette mahzun etmeyecektir.
Fikrini, zikrini, şahsiyetini Allah için Allah’a ısmarlamak temennisiyle…