Kibir Bizden Beri Ola

Yazan: 22 Şubat 2020 2246

Bir kabiliyet ya da edinim, eğer Allah’tan o kişiye nimet olarak verilmişse o kişide şükür, külfet olarak verilmişse o kişide kibir zuhura getirir.

Tersinden heceleyelim:

Şükür, Allah’ın verdiğini nimet kılar ve kibir, Allah’ın verdiğini külfet kılar. Nimet, kişiyi rahmete erdirir ve külfet, kişiyi zulmete sokar. İlki cennete istikametlendirir ve ikincisi, cehenneme doğru sürükler…

Büyük Allah’tır… Ve hatta “Allahu Ekber” demenin manası gerçekte “Allah en büyük!” demek değil, “Allah Büyük!” demektir. Zira Allah, izafi değil, gerçek manada tek büyüktür yani Allah’tan başka büyük yoktur. Bu sebeple Allah, verdiği nimeti gönlünde damıtarak şükre değil, bağırsaklarında öğüterek kibre tebdil edenleri sevmez ve bunu bizzat bildirir:

“Allah, kendini beğenip, övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman-18)

Eski kitaplarda yazdığına göre Firavun, aslında pazarda karpuz satan cimri bir Kıptî idi. Dilim dilim sattığı karpuzların çekirdeklerini ayıklar ve biriktirirdi. Depoları ağzına bu çekirdeklerle kadar doldurdu ve kıtlık zamanı bunları yüksek pahalara satarak büyük servet elde etti. Bu servet kendisine saltanat yolunu açtı. Bu saltanatla beraber, kendisine nimet değil de, külfet kabilinden bazı kabiliyetler de verildi. Şahsından keramet değil, istidrac sadır oldu. Öyle ki; Mısır’da Nil Nehri onu emriyle akardı. Bu nevi istidraclar da, zehirli bir his halinde onu bir kibir yumağına çevirdi.

“Ve bu ırmaklar benim altımdan akmaktadır. Görmüyor musunuz?” (Zuhruf-51)

Der, ilahlık iddiasında bulunurdu:

“Ben, sizin, benden başka ilahınız olduğunu bilmiyorum…” (Kasas-38)

Azıttıkça azıttı. Köşkü o kadar büyüktü ki, at ile çıkar ve at ile inerdi. Yokuşu çıkarken atının arka ayakları, inerken de ön ayakları uzardı. Ve daha birçok hususiyetini insanların gözüne sokar, onlara Rableri olduğunu kabul ettirmeye çalışırdı:

“Ben sizin en yüce Rabbinizim!” (Naziat-20)

Oysa bu kabiliyet ve edinimlerin kaynağını bilse ve “Ene Rabbikümü’l alâ” (Ben sizin en yüce Rabbinizim!) demek yerine, o kaynağa karşı “Subhane Rabbiyel alâ” (Yüce Rabbimiz her türlü noksanlıktan uzaktır!) dese, zulmete değil, rahmete gark olacak, cehenneme sürüklenmek yerine, cennete istikametlenecekti.

Ama o büyüklüğü Allah’a değil, kendine atfetti, kibirlendi. Kibri, hırsını arttırdı, hırsı gözünü kör etti, körlüğü küfür ve zulmünü arttırdı. Hz. Musa olma ihtimaline karşı tam 72.000 çocuğu katlettirmesi, bu küfrünün ve zulmünün eseriydi. Ve cehenneme doğru sürünmesi, Allah’a ait olana bürünmesinden vakiydi. Allah’a ait olana, büyüklüğe, azamete…

Müslim’den Kutsî Hadis meali:

“Büyüklük benim gömleğim, azamet de benim peştemalimdir. Kim bunlardan birini be­nden almaya kalkarsa, onu cehenneme atarım…”

Kibre kapılan her insan, kibir çapına göre açık ya da gizli bir ilahlık müddeisidir. İmam Gazalî Hazretlerinin kaydettiğine göre Firavun, ilahlık iddiasını açıklamıştı ama böyle bir iddiaya sahip olduğu halde bunun farkında olmayan ve bu sebeple bunu açıklamayan birçok insan vardır. Bu insanların ortak vasfıysa, “kötülüğü emreden” bir nefse, yani “nefs-i emmare’ye sahip olmalarıdır.

Dışından baksanız kişi Müslümandır ama nefsi, Kuran’ın tasnifine göre nefs basamaklarının en dibinde bulunan “nefs-i emmare” limanına demirlemiştir, o limanda bulundukça da insanlık nimetinin denizinden bir karışlık nimete malik değildir. Nefs-i Emmare, kendi hapsindeki insana daima kötülüğü emreder. Manası ve işlevi de zaten, kaydettiğimiz üzere kötülüğü emretmektir. Kuran, bu nefsin tarifini Yusuf Peygamber lisanından verir:

“Yine de ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, Rabbimin acıyıp koruması dışında, daima kötülüğü emreder…” (Yusuf-53)

Kötülüğü emreden bu nefs, bir müminin kendisinden kurtulması gereken bir işgal ordusudur. Ondan kurtulunmadan, gerçek bir “insan vatanı” olunamaz. Tasavvuf ve gerçek mürşidler de, İslam’ın kendisi ve Allah’ın velileri olarak insanları bu kurtuluş savaşına karşı tahkim ederler. Nefs-i emmare işgalinden kurtulduktan sonradır ki, insanî hakikat vatanına erilir. Sonra insanî hakikat, nur ile cilalandıkça cilalanır… Yollar ve makamlar nefs-i emmare’den sonra, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i raziyye, nefs-i marzıyye, nefs-i kâmile diye sıralanır…

Mümin için nefs-i emmare’den kurtulmak, müminliğini de kotarmak manasına ilk ve elzem hedeftir. Sonra gönül gözü, nefs-i kâmilede olduğu halde gayretine-yoluna devam eder. Ölene kadar bu cehd halini sürdürür. İnsan, nefs-i emmare’deki açık ya da çoğunlukla gizli ilahlık iddiasından sıyrılırsa, gerçek ilahı idrake doğru istikametlenir. Mürşidin, müridi çıkardığı seyahat (seyr-i sülûk), bu istikameti tutmayı ifade eder. Seyahat, muradına erdikçe, mürid kibirden soyunur ve hakiki tevazu hırkasını giyer. Gerçek büyüğü tanımanın getirdiği rahmanî bir tevazu tavrıdır bu…

Yoksa Şeytan, nefs-i emmare kumaşından bazen sahte bir tevazu kostümü diker ve insana onu giyindirir. Nefs-i emmare’nin daima kötüyü isteyen kaba pisliğine, Şeytan ince işçilikten çıkma kötülükler karıştırır. Bu kötülüklere boğazına kadar saplanmış kişiler, isterse İslamî bir kaplama içinde bulunsunlar, kendilerini âlemin merkezi gibi görür vaziyetleriyle İslam’dan nasipsizdirler. Etraflarındaki her gelişmeyi, kendi nefslerinden sadır olmuş gösterirler. “Ben” kelimesini kendi nefslerinin eline bir cinayet bıçağı gibi verir, bütün vakitlerini ve varlık gayelerini onunla “biz” kelimesini parçalamaya tahsis ederler. İnsanî tutkal olmak yerine, hayvanî tiner olurlar. Birleştirmez, ayırırlar.

Kâinat Efendisi (SAV), Allah’ın rahmet ve kudret elinin topluluk üzerinde olduğunu söylerken, bu tipler nefs-i emmare şizofrenilerinden sadır olan gizli ilahlıklarıyla, topluluğu kendi nefsleri lehine damıtmaya, bunu beceremezlerse ve de imkân bulurlarsa onu gene nefsleri lehine dağıtmaya çalışırlar. Bu vaziyet, bir müminin, en alâ dikkat etmesi ve en çok önlem alması gereken bir tehlike belirtir.

Bu manada ve hususen, Büyük Doğu-Seriyye hareketi mensupları, her şeyden alâ bu hikmetlere karşı bigane kalmamalıdır. Bir yandan küfür ve zulmün tecessüm etmiş müesseselerine karşı mücadele verirken, öbür yandan kendi nefslerine karşı bu mücadeleyi sürdürmeleri elzemdir. Unutulmamalıdır ki; bir kuş nasıl ancak çift kanatla uçarsa, gerçek bir mümin için mücadele de ancak çift kanatlı yürütülür. Nefs-i emmare’ye karşı cihat, nasıl nefs-i emmare’nin müesses ve şeytanî müesseseselerine karşı lakayt kalmayı gerektiremezse, nefs-i emmare’nin müesses ve şeytanî müesseseselerine karşı cihat da, nefs-i emmare’ye karşı mücadelede lakayt olmayı gerektirmez.

Derin ve gerçek mümin, bu hususta çift kanadını kullanır ve davayı, derinliğine doğru nefs-i emmare’ye, genişliğine doğru da küfür ve zulme karşı mücadele şeklinde çift boyutlu sürdürür. Boyutlardan birinin eksik kalmasını, kanatlarından biri olmayan ve bu haliyle uçmaya çalıştıkça ancak yerden toz kaldıran ve uçamayan bir kuşun haline benzetir. Böylesi kuşların, muratları olan uçmak fiiline eremedikleri gibi, bir de kaldırdıkları tozlar arasında vahşi hayvanlara yem olacaklarını bilir. Bu manada, kendisini derinliğine doğru evvela nefs-i emmare’nin işgalinden kurtaracak bir ustaya gıpta ve hürmet tavrıyla yaklaşır. Literatürün “şeyh-mürşid” diye karşıladığı bu zatları manevi anlamda cankurtaran gibi görür ama asla yolunun gereğinden halî olarak bu zatların reklam goygoyuna düşmez ve bunun da “en ulvi şeylerde süflileşmek” olarak sahanın hilelerinden olduğunu anlar. Bundan başka bir de bu zatları zimmet altında bırakmaksızın, davanın genişliğine doğru boyutundan kaçmaz. Küfür ve zulmün olduğu yerde şahsiyetini hayalet gibi yok hükmünde tutmaz, kaskatı bir mermer heykel gibi orta yerde bulundurur. Böyleyken nefs-i emmaresini de ihmal etmez. Yani ondan kurtulamamışsa kurtulmak, kurtulmuşsa bir daha ona yakalanmamak üzere tetikte durur. Nefs tamahkârlığı da etmez, cemiyet kaçakçılığı da göstermez. Küfre karşı vakar tavrı takınamadığı halde, müminlere karşı ekâbir cakası takınan kimselerden ürker. Zira kutup başları karıştırılmış bir akü nasıl senkronize olması gereken bir motoru çalıştırmaz, çalıştırmadığı gibi toplam cihaza bir de zarar verirse, iman ve küfre matuf kutup başları karışmış böyle kimselerin de, müminlik cihazının yürüyen aksamına zarar vereceğini anlar. Allah’ın:

“Kendi aralarında merhametli, kâfirler karşı sert…” (Fetih-29)

Diye Sahabîler şahsında keyfiyetini ölçülendirdiği gerçek mümin topluluğu, yaşadıkları devrin küfür ve zulüm kutuplarına karşı nasıl tecelliye geldiyse, böyle kimseler de yaşadığımız cemiyetin küfür ve zulüm kutuplarına karşı tersinden tecelliye gelirler. Bunlar, içlerine sokuldukları müminlere karşı gayet itinasız, küçümser, acımasız ve sert iken, kâfirlere karşı hakiki bir sertlik tavrı göstermez, sertlik elzemse bile onu lisan katındaki bir gargara-yaygara ile geçiştirirler.

Mümine karşı özde ve kâfire karşı sözde hasım olmak hali, nefs-i emmare’nin sahte müminden doğurttuğu veled-i zinasıdır. Gerçek mümin, gerçek müminliğe ancak nefs-i emmare’den tam beri olunduğunda erileceğini bilir, onun nikâhını kabul etmediği gibi ona karşı mücadeleyi de asla bırakmaz. Mutlaka ve en azından bir üst mertebeye ermesi gerektiğine iman eder. Bu manzaradaysa nefsine ancak acır, ona başkalarını acıtacak bir şımarıklık payesi vermez. İnsanlığın en kıymetlisinin (SAV), aynı zamanda insanlığın en mütevazısı olmasının manası da budur.

Allah’tan, Peygamberler Peygamberi hürmetine bizleri, evvela nefs-i emmare’den kurtulmak, sonra manevi seyre devam etmek ve bütün bu iç cehdi, imanî bir senkrozizasyonla kâfir ve zalimlere karşı verilen dış cehd ile birleştirmek nasibine erdirmesini istiyoruz.

Bütün gönüldaşlarımız, kibri gönül eyvanlarından içeriye sokmayacaklar ki; o eyvana Allah yolunda içe ve dışa, derinliğine ve genişliğine doğru mücadelenin muhabbeti girecek ve bu muhabbetle topluluğumuza “ben”lerimizi “biz” eyleyen bereket ve kuvvet gelecek…

Kibir ve kibirli bizden beri olacak ki; ayaklarımız istikametten geri durmayacak, kafa ve gönüllerimiz de fikir ve muhabbetten halî kalmayacak…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi